Haziran ayının ilk haftasında İskoçya'nın başkenti Edinburgh'daydım.Londra'dan trenle dört saat sürüyor.İlk defa yaklaşık 23 yıl önce gitmiştim.O zaman da şimdi olduğu gibi çok etkilenmiştim.Edinburgh, bir ortaçağ kenti...Bildiğiniz üzere Harry Potter'in vatanı...Şehir insana "ben de böyle bir şehirde yaşasaydım Harry Potter gibi bir kitabı yazardım" dedirtiyor.
Kayanın tepesine oturmuş eski binalar adeta sürekli insana bir şeyler fısıldıyor.Kentin ürpertici görüntüsü, burayı hikayeleriye tanıma isteği yaratıyor.
Yaklaşık 500 bin nüfusu olan bu şehirin eski ve yeni yerleşimi var. Eski yerleşimde kaleler, şatolar, kiliseler ve bir çok eski bina bulunmakta.
Aslında şehrin yeni kısmının çok yeni olduğu söylenemez. 18. Yüzyıl'da artan nufus eski şehire sığmayınca buradaki bitişik nizam evler ve dar sokalar yerini geniş caddelere ve Edinburgh taşından yapılmış "Georgian" mimari(sade, simetrik,matemiksel oranlar kullanılmış olan..) stili ile yapılmış evlere bırakmış.
Şehrin eski bölümüden Victoria Street
Edinburgh bir sürü cinayete yataklık yapmış.Bu cinayetlerle ünlenmiş.Eski ve yeni şehri bağlayan iki köprü var. Kuzey ve Güney Köprüleri... Özellikle Güney Köprünün altına çok sayıda mahzen inşa edilmiş. Bu mahzenler ilk önce tüccarlar tarafından depo olarak kullanılmış. Kötü koşullar nedeniye tüccarlar bu mahzenleri terk ettiğinde evsizlere mekan olmuş buralar...Aynı zamanda da suçun merkezi...Tıp fakültelerine satmak üzere mezarlıklardan kadavra çalan bu insanlar zaman içinde işlerini cinayete çevirmişler.Yeraltındaki mahzenlerde bir çok hayalet hikayesi uydurmuşlar. Sonradan köprüdeki rezonans etkisiyle olduğu anlaşılan tuhaf sesler de hayalet hikayelerini beslemiş.
Edinburgh iki tanınan seri katilin vatanı. Burke ve Nure.. Kayaların tepelerine yapılan kilise, kale ve şatoların yarattığı siyah beyaz görüntü anlatılan hikayeleri tamamlıyor.
Orada işittiğim başka bir hikaye mezarlık bekçisinin köpeği ile ilgili.. Mezarlık bekçisi öldükten sonra köpeği onun mezarını günde bir kaç kez ziyaret edermiş.Bu ziyaretlerle sahibinin cesedini kadavra hırsızlarından krurmuş. O öldükten sonra mezarı sahibinin yanına yapılmış. Dünyanın dört bir tarafından gelen ziyaretçilerin bu sevimli küçük köpeğin mezarına bıraktıkları oyuncakları gördüm. Bu köpeğin bir de heykeli var. Köpeklerin sadakati her yerde bilinir. Bu köpeğe gösterilen tavır da İskoçalrın vefa sahibi olması ile açıklanabilir.
Bilindiği üzere Sherlock Holmes bir kitap kahramanı. Bu kitabın yaratıcısı Sir Arthur Conan Doyle de İskoçya'dan. Harry Potter'ı yazmadan önce çok fakir olan yazar JK Roveling de İskoçyalı ve burada yaşıyor.
Harry Potter bu kafede yazılmış. Yazar ısınmak için geldiği bu kafede yazdığı kitabının bu kadar popüler olacağını tahmin eder miydi acaba? Şimdi İskoçya'nın en zenginleri arasındaymış..Yazarın yeteneğini inkar etmek mümkün değil ama Edinburgh gibi bir esin kaynağının da katkısı azımsanmamalı. Elbette bu benim fikrim..
İskoçlar İngilizlerle karşılaştırıldığında daha sıcak ve iletişim kurmaya daha yatkın gözüküyorlar. Kendilerini İngiltere'li değil Büyük Britanya'lı kabul ediyorlar.Uzun yıllar İngilizlerin baskısı altında yaşadıkları için İngilizlerden çok da hoşlandıkları söylenemez.İskoçların konuştuğu ingilizceyi anlamak kolay değil. Kendilerine ait paraları var. İngiliz sterlini alıp para üstünü kendi paraları ile ödüyorlar. İskoç parasını Londra'da ya da herhangi bir İngiliz şehrinde İngiliz sterlini ile değiştirebilirsiniz.
İskoçlar bağımsızlık alamamışlar ama... Tektonik hareketler sonucu İskoçya'nın bir gün Büyük Britanya'dan kopacağına inanıyorlar.Belki bu coğrafik kopma bağımsızlığı da peşinden getirecek.
Herkesin bildiği gibi İskoçya viskisi ile ünlü. Viski yapım merkezlerine turlar düzenliyorlar.İskoçların oldukça çok içki tükettikleri söylenebilir.Bence kentin havası ve iklimi de alkol tüketimini etkiliyor.
Kafenin adı " The Last Drop" uzun gecenin ardından eve gitmeden önce bizde de "yolluk" adı verilen son içkinin içildiğ bar anlamına geliyor.
İskoç erkekleri klit adı verilen etekleri giyiyorlar. İlk gençliğimden ileri yaşlarıma kadar giydiğim tek etek tarzıydı. Her zaman çok sevmişimdir. Çok şık bulmuşumdur. Belki kareli olan şeyleri çok sevmemin özünde bu iskoç eteklerinin etkisi vardır.
Edinburgh sadece tarihi dokusu ve gizemli görünümü ile ilgi çekmiyor. Büyük bahçeleri, parkları ve inanılmaz yeşil alanları ile de turistlerin ilgi odağı. Şehrin merkezinde çok büyük bir parkın adı "Princess Street Garden"...Bu büyük parkta çiçeklerden yapılmış bir saat ve hava sıcaklığını gösteren bir termometre var. Yirmi üç yıl önce 1 Temmuz'da oradaydım. Sabah hava sıcaklığı bir dereceydi. Bu sefer giderken en kalın giysilerimi aldım yanıma.Hava biraz soğuk olmasına karşın güneşliydi.Havanın biraz srin olması yürüyerek tüm Edinburgh'u keşfetmek için ciddi bir kolaylık oldu.
Bu park her yılbaşı gecesi 100 bini aşkın kişinin katıldığı dev bir dans pistine dönüşüyormuş.
Edinburgh'a en yakın sahil şeridi otobüsle yarım saat mesafede. Portebello Beach.. Gelgit olayının çok belirgin yaşandığı bir sahil şeridi... Ben çekilme saatinde oradaydım.Geniş kumsal çok hoştu.Deniz çok soğuk olduğu için yüzülmüyormuş. Orada bir kaç fotograf çektim. Şimdi onları paylaşmak istiyorum.
Bu çevrede denizin arkasındaki caddeye geçtiğimizde bazı evlerin camlarında "w" işareti vardı. Bazılarında da "Open House". Nasıl çevrilir bilemiyorum ama..Açık ev demek içeri girilebir anlamında kullanılıyordu. Hafta sonları insanlar evlerini açıyor, kendi el ürünlerini başkalarıyla paylaşıyorlar. "W" işaretinin olduğu pencerelerde ise pencere içine paylaşmak istediklerini koyuyorlar.Ne var ki bu evlere girilemiyordu. Aslında herkes evini ufak bir sergi salonuna çevirmişti. Bu arada küçük satışlar da yapıyorlardı.
Bu uygulama çok hoşuma gitti. Ev sahipleri başka insanlarla sosyalleşme imkanı buluyordu. Neden Foça'da da yaygınlaşmasın ki! Sadece yaptıklarımızı paylaşmak adına..Neyse bir çok evin bu şekilde gezilebilir olması beni heyecanlandırdı.
Edinburgh dünyanın en prestijli üniversitelerinden birine sahip. Edinburgh Üniversitesi... Bu üniversitenin yanında bir çok üniversite var. Kültür hayatının epey hareketli olduğu söyleniyor. Yıl boyunca bir çok festivale ev sahipliği yapıyormuş.
Ağustos başında başlayıp eylül ayına kadar süren festival en popüler olanı.. Dünyanın her tarafından gelen tiyatro grupları kapalı ve açık mekanlarda oyunlarını sergiliyorlarmış. Yaklaşık bir yıl önceden tren, otel ve bilet rezervasyonlarının yapılması gerekiyormuş.Aslında şehrin kendisi iyi dekore edilmiş bir sahne gibi.. Alışmak mümkün değil..
Bu kapı insanı içeriye çağırıyor..İşte gizem bu noktada başlıyor.İçeride bizi bekleyen neşeli hayalet Young jack midir? Yoksa huysuz hayalet Mr Boots! Belki de Burke ve Nure bekliyordur. İçeri girmeden bilinmez..
Edinburgh'u gezerken istemeden Floransa ile karşılaştırdım.Bana Edinburgh Floransa'dan daha etkileyici gibi geldi. Roma ve Floransa'daki heykellerin çokluğu ne kadar muhteşem olurlarsa olsun bir süre sonra alışkanlık yaratıyor. Ben de defalarca bakma isteği uyandırmıyor.Burada görünenin ötesinde kulağa gelen hep bir hikaye var.Bu hikaye her bakıldığında değişebilir.Sanırım şehrin büyüsü bundan kaynaklanıyor.
Umarım bir daha festival zamanı yolumu düşürürüm bu esrarengiz kente..Belki de bu şehri bu kadar cazip kılan gizemdir... Bilinmez..
Siyah beyaz görüntüsüyle, bu görüntüyü tamamlayan hikayeleri, canlı kültür ve eğlence yaşamı, güvenli bir şehir olma özelliği ile akıllardan kolay çıkmayacak bir şehir Edinburgh. 7.Haziran.2012 LONDRA