Yazının başlığından da anlaşılacağı üzere gitmeyi çok istediğim, ama yıllardır gitmek için uygun fırsat yakalayamadığım bir ülke Portekiz... Barcelona'dan birkaç günlüğüne Lizbon'a gittim.
Nedendir acaba Portekiz'e gitme isteği.. Bir Avrupa ülkesi olmakla birlikte akla getirdikleri bir Avrupa ülkesinden fazla olmasıydı belki...
Ülkenin bulunduğu coğrafyada Fenikeliler, Yunanlar, Romalılar, Cermenler ve Endülüs Emevileri medeniyetlerini kurmuşlar. Kent cazibesini tüm bu uygarlıkların izinden alıyor olabilir.
Ülke, Tejo nehrinin Atlantik okyanusu ile birleştiği, Avrupa'nın bittiği noktada konumlanmış. Keşifler çağında Portekizli denizcilerin koloni haline getirdikleri her coğrafyadan gelen esintidir belki de bu cazibenin nedeni...
Seyahat etmenin güzel yanlarından biri çeşitli vesilelerle bir araya geldiğiniz
insanlarla masadan masaya ya da ayaküstü yaptığınız sohbetlerdir. İletişim problemi yaşadığım bir noktada Hintli gibi gözüken bir kadın imdadıma yetişti. Hintli olduğunu düşündüm. Sonrasında kendi açıkladı. Ailesi Hindistan'ın "Goa" bölgesindenmiş. Ama sözü edilen tarihte Goa, Portekiz'in sömürgesiymiş. "Bu nedenle ben Hintlilere benziyorum ama Hintli değil Portekizliyim" dedi.
Dolu dolu üç gün geçirdiğim Lizbon, bana yetmedi. Orada daha uzun kalma ve tüm ülkeyi keşfetme isteği ile geri döndüm. Okuduğum kaynaklardan birinde Avrupa'da bir Güney Amerika ülkesi diye söz edilmiş. Bir başka kişi ise Okyanus kıyısında Akdenizli bir ülke demiş.
Bir kaç yıl önce izlediğim Alain Tanner'in yazıp yönettiği bir film "In the white city" "Beyaz kentte" filmi benim Lizbon'a gitme isteğimi tetiklemişti. Bu yazıyı yazmaya başlamadan önce aynı filmi bir kez daha izledim. Bir gemide çalışan kahramanımız gemideki arıza nedeniyle sıkıldığı gemiden ayrılır ve hiç tanımadığı Lizbon'da kendini yeniden keşfetme yolculuğuna çıkar. Kaldığı otelin saati geriye doğru çalışmaktadır. Belki bu kullanılan metafor gemicinin kendi tarihine yapacağı yolculuğun işaretidir. Ya da Lizbon'daki hayata ve akış biçimine ilişkindir.
Yönetmenin bunu neden kullandığını tam olarak açıklamak mümkün olmayabilir. Geriye doğru çalışan saat kendi hayat gailesi içinde kaybolmuş, küçük kafelerde oturup kahvelerini yudumlayıp oyunlarını oynayan insanlar için umursamadıkları bir dünyanın ifadesi olabilir.
Denizcimizle birlikte kentin girilmemesi gereken yerlerine girer çıkarız. Tramvaya bineriz. Lizbon'un merdivenli, inişli çıkışlı sokaklarında yürürüz. Okyanus kıyısına gideriz. Sokaklara, sokaktaki hayata tanıklık ederiz. Ben bu filmi ilk izlediğimde Lizbon'da ve bu hayatın içinde olma isteği duymuştum. İkinci kez izlerken yine aynı isteği duydum. Gidip dönmüş olmama rağmen...
"www.gezginimgezgin.com" sitesinden öğrendiğim ikinci film ise "Polonyalı yönetmen Andrzey Jakimovski'nin "Imagine" "Hayallerin ötesinde" Bu filmi de döndükten sonra izledim. Görme özürlü insanlar Lizbon'un sesini dinleyerek orayı keşfediyorlardı. Ben de bu sefer kentin sesini de dinleyerek yeniden kentin sokakların gezdim.
Lizbon gezisi benim için eksik kalmış bir gezi gibi oldu. Tekrar yolumu düşürmeyi çok isterim. Lizbon farklı... Yeniden buluşma isteği yaratan bir kent.. Eski, yeni, modern ve gelenekselin bir arada olduğu sempatik insanların - en azından benim karşılaştıklarım- kenti...Yedi tepe üzerine kurulmuş iki yakalı bir şehir...İki yakayı birleştiren iki köprüsü var. İstanbul gibi... Bir arkadaşım İstanbul'un yetmişli yıllardaki hali gibi dedi...
"Lizbon'a Gece Treni" adlı kitabın yazarı Pascal Mercier Lizbon'a ilişkin şöyle demiş."
"Bir yeri terk ettiğimizde orada bizden bir şeyler kalır. Gitmiş olsak da orada kalırız. Ve içimizde bazı şeyler vardır ki sadece oraya dönerek bulabiliriz."
Benim de kalbim Lizbon'da kaldı...
Kentin şehir merkezi dört bölgeden oluşmuş. Haritada görüldüğü gibi.. Dört bölgeden yüksekte ve kıyıda olanlar var. Harita internetten alınmıştır.
Tırmanmayı seviyorsanız bütün bu bölgeler arasında yürüyerek gezmek mümkün. Ben çoğunlukla yürüdüm. Şehrin yüksek kısımlarına gitmek için seçeneklerimiz var. Biri mahalleler arası geçişi sağlayan asansörler diğeri sempatik tramvaylar...
Santa Justa Asansörü...
Meşhur Tramvaylar. 28 numaralı tramvay,en meşhur olanı..Lizbon'nun gezmesi en keyifli mahallesi Alfama. Alfama "Fado"nun doğduğu mahalle. Alfama'nın dar sokaklarında renkli ve eğlenceli bir yolculuk yaptım bu tramvayla...
Portekiz bir deniz ülkesi bilindiği üzere... Balıkçılık oldukça yaygın. Zira oradaki turizimin göz bebeği denizden gelenler... Sardalya morina balığı, deniz mahsulleri...
Bir de denize açılıp dönemeyenler var. İşte bu dönemeyenlerin acısı şarkılarla dillendirilmiş.
"Fado", Portekiz halk şarkılarının genel adı. Denizden dönmeyen kocaların ardından yakılan ağıt şeklinde şarkılar...İzlediğim bir belgeselde yeni gelen kuşakların "fado" tarzı şarkılardan hoşlanmadıklarından bahsediliyordu. Onlara sevdirmek için neler yapılması gerektiği tartışılıyordu. Rap tarzı bir fado şarkısı nasıl olur, bilemiyorum...
Lizbon' gidip fado dinlemeden dönülmez. İnternetten yer ayırtayım dedim , çok pahalı geldi. Ben de yolda yürürken küçük bir bara girdim. Boynunda atkısı ile bir amca masaların arasında şarkı söylüyordu. Yanımda oturan bir kadın vardı. Son derece bakımsız görünen hatta evdeki elbisesi ile dışarı fırlamış gibi görünen kadın, şarkıcılardan biriymiş. Muhteşem sesiyle ruhlarda iz bırakacak şekilde şarkılarını seslendirdi. Sonra masaların arasında CD sini satmaya çalıştı. Zaman durmuş gibiydi ya da " beyaz şehirde" filminde olduğu gibi saat geriye doğru yürüyordu.
Lizbon'daki çoğu yapı "azujelo" adındaki çini ile kaplı. Sokak isimleri fayansların üzerine yazılmış. Meydanlar ve bazı caddelerin kaldırımlarında yine fayans benzeri bir taşın üzerine yapılmış desenler var. Bu bile insanının içini ısıtması için yeterli. Portekiz 300 yıl Arap egemenliğinde kalmış. Bu desenli fayanslar Arap kültürünün bir mirasıymış.
Evlerin üstünü kaplayan karolar ya da fayanslar, üzerlerindeki Portekiz'i yansıtan resimlerle ve değişik formlarda hediyelik eşya dükkanlarının vazgeçilmezi...
Bir de çok satılan metalden yapılmış, insanı çağıran rengarenk horozlar var. Adeta Portekiz'in simgesi... Yazarınız, hikayesini merak etti, araştırdı. İşte buyurun...
"14 yüzyılda bir kadın, haç yolculuğu yapmakta olan bir rahibe aşık olur. Aşkına karşılık bulamayan kadın, rahibi hırsızlık yapmakla suçlar. Sonunda yargıcın karşısına çıkarılır ve suçsuz olduğunu söyler. O sırada yemek yiyen yargıç alaycı bir tavırla "sana inanmamı istiyorsan bir mucize yarat" der. Birden yargıcın yediği tavuk horoz olup ötmeye başlar ve Rahibi azat ederler." Portekiz Horoz'unun arkasındaki hikaye budur. Benim en sevdiğim hediyelik eşya bu horoz oldu.
Lizbon çok sayıdaki şık meydanları ve kafeleri, güzel sokakları, çini kaplı apartmanları, medeniyet ölçüsü şık kaldırımları, inişli çıkışlı sokakları ile çok görülesi bir yer... Bu güzel kent benim anılarımda en seçkin yerini aldı.
Lizbon sokaklarında bir küçük gezinti...
Lizbon'daki görülecek yerlerden biri de Belem adı verilen bölge. Birçok güzel yapıya ev sahipliği yapan bu semt, şehir merkezine belediye otobüsü ile yarım saat mesafede...Burada gördüğüm yapıların içinde en etkileyici olanı ise "Belem Kulesi". Bir ortaçağ yapısı. Portekizli kaşifler kuleyi arkalarında bırakarak buradan denize açılırlarmış. Hoş ve etkileyici mimarisi ile insanda fotograf çekme isteğini dürtüyor.
20.yüzyılın önemli şairlerinden olduğu söylenen Fernando Pessoa'nın hiç bir şiirini okumamıştım ama Lizbon'da onun sıklıkla uğradığı kafede oturdum. Kendisinin, tanınmaktan hiç hoşlanmayan tipik bir uyumsuz olduğu söylendi.
Bunu kanıtlayan şu önemli sözlerini paylaşmak istiyorum.
"Hayatla aramda ince bir cam var. Açıkca görmeme ve anlamama rağmen dokunamıyorum hayata"
Bu uyumsuzdan bir dize "Sonu olmayan bir masumiyettir sevmek" Uzaklıklar, Eski Denizler adlı kitabından...
Türkiye'de de çok popüler olan Portekizli yazar 1998 nobel edebiyat ödülünü alan Jose Saramago'ya, Fernando Pessoa'ya ve diğerlerine selam çakarak Lizbon yazısını sonlandırayım.
Elbette Lizbon'un içinde vakit geçirilecek çok güzel mekanlar var. Timeout Market, LX Factory, Alfama mahallesindeki Hırsızlar Pazarı ( Feira da Ladra) gibi... Ayrıca Lizbon'a çok yakın mesafede masalsı kasabalar var. Ben Sintra'yı ziyaret ettim. Çok görülesi bir yer.. Bir avrupa ülkesi olmasına rağmen "kibri olmayan kent" olarak tanımlanmış Lizbon. Ben de bu tanıma sonuna kadar katılıyorum. Ben bu yazdığım yazıların tanıtım yazısı olmasından öte izlenimlerime ilişkin olmasını istediğim için bu yazının noktası gecikti bile...
19.Aralık.2022 Foça
Okurken ben sizin yerinize hislerinizle dolaştım, yaşadım çok güzel bir yazı olmuş, tebrikler Güzin Hanım
Yazan : Süheyla Doğutürk
22.12.2022
Harika kadın ben seni ilk gördüğüm gün içimden çok sevdim iyi ki hayatıma girdin, bu Lizbon sunumun beni benden aldı nasıl imrendim, kendime çok kızdım neden oraları buraları gezerken beni çok mutlu edecek esas buraya gitmeyi akıl edemediğimden, ama ben seninle birlikteymişim gibi hissettim okuyunca..Ben arabesk müziğinden önceki nesilim eski Türk Sanat Müziği şarkılarının sözlerini hep bilirdim, Ankara Cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrası sayesinde klasik müziği çok sevdim onun içindir belki arabesk müziğini sevememem ama fado, işte onda eririm Yürek Yarası filmindeki Meltem Cumbul’un bir Kürtçe şarkıyı dinlerken dediği gibi sözleri bilmeme gerek var mı derim.Lizbon daki gençlerin Fado sevmemelerini okuyunca bunlar geldi aklıma onlarda benim arabesk sevmemem gibi belki de dedim içimden yazmak geldi. Tatlı ve güzel kadın var ol, sen gez ve anlat ben hep dinleyeyim. Seni çok seviyorum
Yazan : B. Alanyalı
20.12.2022
Zaten merak ederdim. Yazını okuduktan sonra birlikte gitmemiz şart oldu.ama gece treniyle gideceğiz ve elimizde o kitap olacak. Hadi söyle, ne zaman?
Yazan : Selma Esen
20.12.2022
Güzel sade , temiz bir anlatım iyi yazılmış gezi yazılarına bayılırım 3 ki , seni de çok yansıtıyor ''''ev elbisesiyle oturur gibi şarkıcı kadın'''' betimlemesine bayıldım 😂 , nedendir bilmem Portekiz bana da gizemli, mistik bir yer gibi gelir .Yerleştirdiğin fadoları dinledim tabiki bir şey anlamadım ancak anlattıklarından , sanki denize açılıp da dönmeyen/dönemeyenlere yakılmış ağıtlar gibi hissettim. Saramago ''''yu çok severim , diğer yazarı okumadım yazıyı telefondan yazmaya çalışıyorum sık sık hata oluyor , burada bitireyim .Nice yeni gezi ve keşiflere 😍🙋♀️ ..
“An” dokunulmaz ve uçucudur! An, bu yüzden zamanın en önemli değer ölçütüdür. Fotoğrafın “altın ölçeğinde” ana dokunmak, yaşamın farkında olmakla eş anlamlıdır.