Evet yine bir gezi için yollara düştük. Ama bu seferki gezimizde diğer gezilerimizin aksine her şey planlanmıştı. Saat saat ne yapacağımız hatta ne yiyip içeceğimiz bile. Gündüz Akagündüz’ün Spil Dağı Turgutalp mevkiindeki evine davetliydik. Böyle misafir olmak herkese nasip olmaz. Neden mi? Özenin bu kadarını bulmak pek kolay olmaz da ondan. Yazıma başlarken Gündüz’e bu misafirperverliğinden dolayı grubumuz adına onun deyişiyle Foça-zen yaşam gezginleri adına teşekkür etmek isterim. Merak edersiniz diye küçük grubumuzu tanıtayım! Bendeniz, Ahmet, Gürbüz, Gündüz’ü bize tanıtan sevgili Nurdan ve Turgay.
Sanırım Mart ayının sonlarıydı. Hatırlamakta aslında biraz güçlük çekiyorum. Çünkü bu yazı dumanı üstünde tütenlerden değil. Hafif kapalı bir havada Manisa’ya doğru arabamızın tekerlerleri dönmeye başladı. Manisa’ya geldiğimizde aslından beklentimden daha iyi bir şehir bulduğumu söylemeliyim. Elbette bu izlenim gördüğüm çok küçük kısım ile sınırlı.
Son zamanlarda daha çok gezer ya da yaşımdan dolayı daha iyi gözler olduğum için midir bilmiyorum. Her gittiğim şehre alıcı gözüyle bakar oldum. Adeta bir şehir plancısı gibi! Aslında görmek istediğim, özlediğim şeyler var bir şehirde. Kendi özgün mimarisini oluşturmuş, tabela kirliliğinden kendini arındırmış, depo olarak kullanılmayan çiçekli balkonlar, yeşil alanlar ve de yayalar için ayrılmış bölgeler ve saymadığım pek çok şey. Aradıklarım çok mu acaba? Bugünlerde bu tip özellikleri Eskişehir’e kazandırmaya çalışan bir Belediye Başkanı var. Böyle belediye başkanlarını diğer şehirler için de dileyerek yazıma devam ediyorum. Benim gördüğüm canım vatanımdaki tüm şehirler birbirinin aynı, hepsi büyük şehirlerin en kötü kopyası gibi!
Spil Dağı için ekşi sözlükte yer alan tanımlardan birine göz atarak sözü Spil Dağı'na getirelim. “Manisayı, kışları soğuk tutan, yazları ise kocaman bir tandır kebaba çeviren yekpare kaya"
Bu büyük kayanın eteklerinde yer alan Ağlayan Kaya ya da diğer adıyla Niobe Kayası olarak bilinen diğer bir kayacıktan (Spile kaya deyince!) söz etmeden olmaz. Bu kayaya neden ağlayan kaya dendiğini merak ettiyseniz yanıtı burada.
Niobe Kayası, doğal aşınma sonucu başı önüne eğik, ağlayan bir kadın görünümü kazanmış.
Eski Yunan yazarlarının yapıtlarında da sözü edilen kayanın Zeus’un taşa dönüştürdüğü Niobe’yi temsil ettiğine inanılıyor. Niobe, tüm çocukları öldürülen Lidya kralının kızı. Niobe, acılarını dindirmek isteyen Zeus tarafından Spylos dağının (Spil Dağı-Manisa) yamacında bir kaya parçasına dönüştürülmüş. Kaynaklar böyle der!Ben onların yalancısıyım!
Acıklı bir hikayesi var Niobe’nin. İşin başka acıklı yanı ise bu kayanın olduğu bölgeye yapılan çirkin açık hava tiyatrosu. Var olanı korumak, oradaki doğal yapıyı bozmamak çok mu zor!
Neyse diyerek buradan sonra Spil Dağı üzerinde yükselmeye başlayalım. Hava yavaş soğumaya başlamıştı. Manzara eşliğinde Turgutalp mevkiindeki Gündüz’ün evine geldik.
Meyve ağaçları içinde çok sempatik bir köy. Aslında yazın da oldukça serin olan bu bölgede bu kadar çok meyve ağacı olmasına şaşırdığımı söylemeliyim. Niyeyse bendeki bilgi meyva ağaçlarına ilişkin; onların sıcak yerleri sevdikleri ile ilgili olduğuydu.Buradaki meyva ağaçları bendeki bilgiyi adeta yalanlıyordu. Köyün kendine ait bir mimarisi vardı. Elbette bir Adakale (Küçükkuyu yakınlarında bir köy) değildi ama özenli davranıldığını görmemek haksızlık olur. Köyde ufak bir çevre gezisi yaptıktan sonra eve döndüğümüzde bizi karşılayan yemekler inanılmazdı. Gündüz ameliyat eldivenlerini giymiş bir genel cerrahın titizliği ile bir şeyler hazırlamış ve hazırlamaya devam ediyordu. Hiçbir şeyi unutmamıştı. Hazırladığı hamsi köftelerinin tadı hala damağımda. Çıtır çıtır yanan sobanın ve şöminenin eşliğinde şarkılı türkülü bir gecenin keyfini yaşadık hep beraber. Bu arada depodaki tüm odunları bitirdik sanırım. Hep birlikte güzel vakit geçirmiştik. Unutulası değil özlenesi idi yaşadıklarımız!
Sabah köyün temiz havasını soluduktan sonra Spil Dağın’daki Atalan mevkine geldik. Bu bölgede çok sayıda yılkı atı vardı. Yılkı atları ile bölgenin adı arasında ilişki olduğunu düşündüm. Doğru mudur bilmiyorum?
Sonunda Nazarköy'e ulaştık. Çok merak ettiğim boncuk atölyelerine de.. Nazarköy, Kemalpaşa’ya çok yakın , dar sokakların açıldığı küçük bir meydanı olan bembeyaz bir köy. Utanganç gelinler gibi duran çiçekli kiraz ağaçları köyün beyaz görünmesinin nedeniydi.Şimdiye kadar böylesine çok sayıda kiraz ağacını bir arada görmemiştim!
Bu güzelliğin içinde gözlerim bir yandan boncuk atölyelerini arıyordu. Evlerin arasına sıkışmış boncuk atölyelerini yardım almadan bulmamız adeta imkansız gibiydi.Köyden bir kişinin yardımıyla bir kaç boncuk atölyesini ziyaret ettik. Beş altı kişinin aynı anda çalıştığı nazar boncuğu fırınlarında 3000 yıllık Antik Akdeniz Cam Sanatının tüm incelikleriyle yaşatılmakta olduğu söylendi.Elbette bu kısa ziyaretlerde sözü edilen incelikleri fark etmemiz imkansızdı.
Biraz da kitabi bilgi diyerek devam edeyim. Bugün, bu geleneği yaşatan az sayıdaki boncuk ustasının kökeni, 19. yüzyılın sonlarında Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasıyla, İzmir ve çevresine yerleşen Arap asıllı cam ustalarına dayanmakta olduğu belirtilmiş kaynaklarda. Anadolu'da unutulmaya yüz tutmuş olan cam işleme tekniği, bu tarihten sonra göz sembolüyle birleşerek yeniden hayat bulmuş.
Günümüzde kullanılan fırınların yapısı ve çalışma tekniğinin eskisiyle bire bir aynı olduğu söyleniyor. Sabahın erken saatlerinde çam odunuyla yakılan fırın, ayrı gözlerde bulunan atık camlar ve özel olarak hazırlanmış kimyasallarla birlikte kısa sürede 900 C derecelik bir sıcaklığa ulaşıyor.
Çam odunu ise yandığında yüksek ısı vermesi, çok az kül bırakması, cama parlaklık ve şeffaflık kazandırması nedeniyle özellikle tercih edilmekte imiş ustaların söylediklerine göre.
Ocağın başına oturan ustalar dikkatle işlerini yapıyorlardı. Bu işin ancak sevgi işi olduğunu ispatlarcasına. Her bir ustanın önünde iki gözcükten oluşan bir bölüm var. Gözcüklerden birinde erimiş cam, diğerinde ise cama renk veren kimyasallar konuyor.
Bu kimyasallar boncuğa insanı çağıran renkleri kazandırıyor. Cam ustası, iki metali sözü edilen iki gözde dans ettirerek o mucizevi yuvarlakları üretiyor. Hani bizim için de iyi dileklerin simgesi olan yuvarlakları… İnsana hemen yapılıverecekmiş gelen bir hareketle cam boncuğa dönüşüyor ustaların elinde. Ama bunun tam bir ustalık olduğunu anlamam çok uzun sürmedi.
Hani insanın onlara da bir nazar boncuğu takası geliyor. Bu boncuk atölyelerinin kapanmamasını dileyerek boynuma taktığım boncukların nasıl emekle ortaya çıktığının tanığı olarak Nazarköy’den ayrıldık.
Keyifli yolculuğumuzun sonuna gelmiştik. Hoş anılarla kasabamıza döndük. Yeni gezilerin hayalini kurarak..