Bir film izledim “It IS A WORLD “ya da Türkçe adı ile “İşte özgür Dünya” Bişeyler yazmak geldi içimden. Bu film daha önce izlediğim İngiltere’de geçen diğer filmleri aklıma getirdi. Bu filmlerin İngiltere’de geçmesinden başka ortak yanı neydi diye düşündüğümde belki de İngiltere deyince aklımıza gelmeyen ne varsa o. Hani güzel bir fotoğrafın çok da öne çıkmayan detayları gibi..
It is a free world, İşte Özgür Dünya, Ken Loach, 2008
“İşte Özgür Dünya”yı izlerken gerildiğimi fark ettim. Bu film, yabancı bir ülkede yaşam mücadelesi veren işçilerin ayakta kalma çabalarını bir işverenin hayatı ve bakışı üzerinden anlatıyor. Aslında bu ve buna benzer hikayelerin ne vatanı var ne de zamanı… Her zaman her yerde karşılaşılabilen ve karşılaşılabilecek cinsten. Belki hikayenin İngiltere’de geçmesi beni biraz düşündürttü. Düşündürmesinin nedeni, Londra’da kaldığım sürece tenleri beyaz bile olsa zenci muamelesi gören üçüncü dünyadan gelen, Londra’nın sunduğu olanaklara hiç değmeden yaşamlarını sürdüren insanlara tanık olmamdı belki.. Londra’nın ikinci yüzü.
Bu insanların sadece ekmek için yabancı bir ülkeyi seçmelerini anlamakta hep zorluk çektim. Her zaman kalbimi burktu, yalnızlıkları, çaresizlikleri, aşağılanmaları, dışlanmaları… İnsanın kişiliğinde silinmeyecek izler bırakan bu olumsuzluklar içinde büyüyen çocukları düşündükçe “neden” demekten kendimi alamıyorum. Bu filmde çaresizlik ve aşağılanma iki taraflıydı. İşveren olarak gördüğümüz genç kadının ayakta kalmak için verdiği mücadele, geçici birkaç günlük işe umudunu bağlamış işçilerinkinden çok da farklı değildi. Diğerleri için ülkeye tutunmak neredeyse imkansızken genç kadın, başarı için “her yol mübahtır” deyişini hatırlatırcasına hedefe koştu. Filmin sonunda canını acıttığı işçilerden biri “senin çocuğun bizimkilerden daha kıymetli değil” diyerek filmle ilgili son sözü söyledi. Ken Looach etkili bir hikaye ile bir toplumsal yaraya parmak dokundurmuş.
Breaking and Entering, Hırsız, Anthony Minghella, 2007
Başka bir filmde BREAKİNG AND ENTERİNG” Türkçe adıyla “HIRSIZ.
Londra'nın gerçek sahipleri ile Londra'ya sonradan gelen yabancıların hikayesi… Oğlu için gelecek arayan Bosnalı bir terzi kadın son derece kapalı bir hayat yaşamaktadır. Oğlunun adı hırsızlık olayına karışır. Hırsızlardan birinin peşine takılarak onu evine kadar takip eden başarılı iş adamının karşısına Bosnalı terzi kadın çıkar. Bugünün İngiltere’sinde yoksul mahallelerde neler olup bittiği hakkında ip uçları veren bir film “Hırsız”… Yine iç burkucu... Yalnızlık, çaresizlik, dışlanmışlık yine filmin başat duyguları …
Billy Elliot, Stephan Daldry, 2000
Diğer iki film “ BİLLY ELLİOT” “FULL MONTHY” Türkçe adı ile “TAMAMEN ÇIPLAK”
Bu iki film İngiltere’de 1979-1990 arası hüküm sürmüş Margaret Thatcher hükümetinin liberal özelleştirmeleri sonucu allak bullak olmuş ekonominin yaraladığı İngiliz taşrasında geçen hikayeler .
Billy Elliot, ‘un hikayesi 1984 yılında Kuzey İngiltere’de bir maden kasabasında geçer. Bu film, babası ve abisi greve dahil olan Billy Elliot’un yoksulluğun kol gezdiği bu küçük kasabadaki gülümseten hikayesini anlatıyor. Yine yoksulluk, çaresizlik...
Full Monthy, Tamamen çıplak, Peter Cattaneo, 1997
“Full Monthy” ise İngiliz taşrasında bir grup adamın para kazanmak için soyunmayı göze alarak kurdukları grubun komik ama hüzünlü hikayesini konu alan başka bir film.
My Beatiful Laundrette, Benim Güzel Çamaşırhanem, Stephan Frears, 1985
Bir diğer film ise “MY BEAUTİFUL LAUNDRETTE” ya da “BENİM GÜZEL ÇAMAŞIRHANEM”
Margeret Thatcher dönemi İngilteresi’nde geçer . Omar, İngiltere’de Pakistanlıların oturduğu bölgede yaşayan Pakistanlı solcu bir gazetecinin oğludur. Bir süre amcasının yanında çalışıp araba yıkayan Omar, eski arkadaşı Johnny’nin de yardımlarıyla bir çamaşırhane açar.
Açtıkları çamaşırhane beklenmedik bir başarı elde ederken, ikili arasında da bir aşk doğacaktır.
Stephen Frears’ın iki erkek arasındaki ilişkiyi merkezine alarak yan karakterlerle de zenginleştirdiği hikayesi, 80’ler İngilteresi’nin ekonomik ve politik durumunu, o dönemde artan şiddet olaylarını ve ırkçı saldırıları da gözler önüne seriyor.
Döneminin gerçeğini yansıtan bu filmlerin biraz da belgesel tadında olduğu için bu kadar kalıcı olduğunu düşünüyorum. Bu filmlerin hikayelerinde yer alan İngilizler için de yaşamın çok kolay olmadığına tanık oluruz.. Büyük umutlarla bu adaya göç eden üçüncü dünya insanları gibi. Bu filmlerin ortak noktası zaman zaman gülümsetse bile insanın içini katılaştırmaları bana göre.
İngiliz sinemasının ele aldığı sancılı konuların birçoğunun, ekonomik yaptırımların ve başarısızlıkların bireylere ve sosyal yaşamlarına dayattığı güçlüklerden kaynaklanması boşuna değil. İngiliz milleti özellikle Thatcher sonrası fena halde IRA, ecstasy, futbol fanatizmi, işsizlik, ırkçılık gibi meselelerle boğuşmak zorunda kaldı. Ekstra bir yaratıcılığa gerek bırakmayan, yaşanmış korkunç dramlar veya trajikomik ayakta durma çabalarından beslenen sıra dışı anlayışların İngiliz sinemasını belli açılardan öne çıkardığı düşünülür.