Bu sabah bilgisayarımı açtığım zaman Sevim’in maili ile karşılaştım. Bu mail benim sabah sevincim oldu. Sevim şöyle demişti mektubunda “Yazı yeniden bir buluşma yeniden bir karşılaşma gibi bir şey. Kendimizle buluşma, karşımızdakiyle buluşma, mekanımızla buluşma, hayatımızın içinde belki de henüz el değmemiş alanlarla buluşma gibi bir şey.” Benim ve onun yazdıkları yıllar öncesinden gelen karşılaşmayı tazeledi. O Foça’da bir tur attı. Menendi Kafede oturdu. Beni hissetti ben onu hissettim. Bu iki duygunun karşılıklı olduğu anlar ne kadar azdır. Belki az olduğu için de çok kıymetlidir. Aslında,bu yazının gücü müydü yoksa dinlemeyi, anlamayı unutmamış birinin sadece kendi başarısı mıydı? Belki her ikisi.
Sevim hiçbir iddiası olmayan yazılarımı okuyarak bana yorumlar yapmış, üstüne üstlük sevdiğini de yazmıştı.Yazılarımı her okuduğumda bir sürü eksikliğini gördüğümü ama telafi etme konusunda eleştirdiğim kadar başarılı olamadığımı söylemeliyim. Bunun nedeninin benim yeterliliklerimle ilgili olduğunu da biliyorum. Ve kendime "yazmaya devam" diyorum. Belki bir gün tam anlamıyla içime sinen bir yazı yazabilirim. Aslında o günü beklemiyorum. O güne giden yolda kazandıklarım ve kazanacaklarımın çok önemli olduğunun farkındayım. Sevim’in yazdıklarım üzerine düşünceleri yazılarımı daha çok sevmeme neden oldu. Cemal Süreya bir şiirinde şöyle demiş aşk üzerine “aşk karşındakinin gözlerinde kendini sevmektir” demiş. Belki ben de Sevim’in gözlerinde yazdıklarımın daha değerli gördüm. Teşekkür ederim sevgili arkadaşım. Eminim onunla Viyana sokaklarında gezmek de çok güzeldir. Böylesi bir gezintiyi Foça’daki koltuğumda oturarak onun yazdıklarından hayal etmek, belki de görmekten öte bir şey. Onun içindeki gurbet duygusunu yaşadığı şehrin büyüsünü aşarak ona neler hissettirdiğini merak ettiğimi de söylemeliyim. Şimdi Sevim’in deneme tadındaki mektubunu paylaşmak istiyorum.
“2 Mart 2008, Pazar...Viyana...Meraba Guzin ablacığım, şu an şakır şakır yağmur yağıyor ve ben sana evimin mutfağından yazıyorum bu satırları. Internet bağlantımda bi problem oldu, şimdi yazıp yarın işyerinden göndericem bu mesajı. Bak şimdi yağmur deyince anlattığın Foça yağmuru geldi aklıma, sanki yaşamışım gibi. Yağmur yağarken kafede oturmak gerçekten büyük keyif. Hatta böyle bir atmosferde kafamda bir yazı yazma fikri gelişmişti. Ama gel gör ki yazının başlığını buldum ancak yazının kendisine hala başlayamadım. Yazının başlığı “Viyana kafelerinden birinde Refik Halid Karay’ı yaşamak”.....Refik Halid’in gurbet hikayelerinden yola çıkarak yaşadığım mekan ile kendi yaşanmışlıklarımı birleştirmek, kah geçmişe uzanarak kah bugünün atmosferinden dem vurarak bir şeyler yazmak istedim ama nedense başlayamadım bir türlü. Demek ki daha oluşmadı diyorum kendi kendime. Hoş gerçi Avrupa’da ve de özellikle benim gibi göçmen olmayan bir konumda yaşamak ne derece gurbet sözcüğü ile ilişkilendirilebilir bilemiyorum. Ama ne demişler, “ben gurbette değilim ....gurbet benim içimde”.......
Sevim, sanırım geri plandaki Viyana
Neyse şimdi böyle kendiliğinden gelişen bir giriş taksiminden sonra senin yazılarına gelelim. Cuma akşamı yazılarını print ettim ve dün bugün sakin kafayla ve de keyifle okudum. Öncelikle yazılarını gördüğümde çok sevindiğimi belirteyim. Yazı yeniden bir buluşma yeniden bir karşılaşma gibi bir şey. Kendimizle buluşma, karşımızdakiyle buluşma, mekanımızla buluşma, hayatımızın içinde belki de henüz el değmemiş alanlarla buluşma gibi bir şey. Gayet akıcı ve okunması keyifli buldum yazılarını. Bir değil bir kaç defa okudum hatta. Kimi yerlerin altlarını da çizerek hem. Nelerin mi altını çizdim? Kimi benzetmeler çok hoşuma gitti, mesela “Bir Solukta Kuzey Ege” yazısının sonunda, “Assos ise inanması güç olan neredeyse el kadar olan meşe palamutlarını taşımak için kurulmuş bir limancık....İki dizelik şiir gibi...Hemen unutuluverilecek ama kolaylıkla da hatırlanabilecek cinsten....”.
“Kuleler Şehri Floransa” yazısında, “Floransa gezisi benim gibi sizin de rönesansınız olabilir......Gerçek olması güç bir şehir çıkmış ortaya”
Yine aynı yazıda Floransa’daki yüzyıllık ağaçlardan sözederken, “Zarif bir elbisenin üzerine takılmış olağanüstü güzellikteki bir takı gibiydi Floransa’nın ağaçları...”
Foça yazısını bir kaç sefer okudum ve o kadar canlı ve sıcak anlatmışsın ki okuyan kişinin hayalinde bir Foça canlanıyor. Okurken Foça’nın sokaklarında dolaştım, dar sokaklarından geçerek denize ulaştım, yağmurda Menendi’de oturdum, ordan çıktım Palmiye Kafeye oturdum, Metin’in köftelerinden yedim, Cem’le sohbet ettim. Ve “emeklilikte en iyisi buraya yerleşmek” dedim. İyi demiş miyim? Bugüne kadar çoğu kez “küçük yerde yaşayamam” diyenlerdenim. Ama tabi insanın hayat tecrübesiyle birlikte beklentileri de algılamaları da keyif aldığı şeyler de değişiklik gösterebiliyor. Hala yine de büyük şehirden yana atıyor kalbim ama ben ikisinin arasını buldum. Yılın bir kısmı küçük yerde diğer kısmı büyük yerde yaşamak. Tabi şu anki düşüncem bu, ilerde nasıl düşünürüm bilemiyorum. Bazen de hayatın beni hiç beklemediğim yerlere de sürüklemesini istiyorum açıkçası. Ya hay allah hiç böyle düşünmemiştim ama böylesi de fena değil diyebilmek de isterim.
Bak yazılarından işaretlediğim bir şey daha: “bir insan nasıl bu kadar güleç yüzlü olur da bu kadar soğuk bakabilir.....” Çok çarpıcı geldi bana. Bunun nasıl bir şey olduğunu hayal etmeye algılamaya çalıştım.
Bir de Waverly Wood yaz kampını anlatan yazında bir yarama parmak bastın Aslında pek çoğumuzun yarası olabilir bu. Hayır diyememek!!!!!!!!!...........Bu içimizde yok edemediğimiz öylesine hain bir tuzaktır ki!......Özellikle burada yani Viyana’ya geldiğimden beri insanların ne kadar doğal ve sakin hayır diyebildiklerini görünce o yara yeniden depreşiyor. Ama kişiliğimizin tüm coğrafyası çocukken belirleniyor. Sonradan erozyona karşı ne kadar ağaç dikersek dikelim bir tutukluk bir eksiklik hep devam ediyor maalesef. Geçenlerde ‘hayır diyebilme seminerleri’ diye bir e-posta gördüm mesaj kutumda. Güldüm biraz da kendi kendime. Vay be bir inceleme, bir seminer konusu demek ki dedim kendi kendime. Neyse yine de değiştirmek isteyip de değiştiremediğimiz şeyler zamanla ayrılmaz bir parçamız olurlar, onlarla birlikte yaşayıp gidelim, tek eksiklik hayır diyememek değil ne de olsa. Bazen diyorum ki kendi kendime “sen kendin zaten bir eksikliksin, tamamlanamayacaksın, boşuna uğraşma”
Haaa bi de şu küp biçimli ve dar sokakları olan yazını (Mikonos’u anlatan yazıydı galiba) da çok severek okudum. Güzel anlattığın için aynen kafamda canlandı.
Aa bi de ne soracaktım: dikkatimi çekti, iki yerde “teşne” sözcüğü kullanmışsın, ilk defa duyuyorum bu sözcüğü, evet yazının gidişatından anlamını çıkarıyorum ama daha önce hiç duymamıştım, yarın sözlükten tam karşılığına bakayım.
Yazılarının devamını diliyorum. Ahmet abinin sitesine henüz bakamadım, en kısa zamanda bakacağım. Bu arada yağmur halen tüm şiddetiyle devam ediyor. Ben hala mutfaktayım. Salonda TRT INT kendi kendine yayın akışını sürdürüyor. Börek yaptım bugün yarın işyerine götürmek için, arkadaşlarla aramızda bir konudan ötürü cezalandırıldım, börek yapacaksın dediler, nerde Türkiye’deki o güzelim ipek gibi yufkalar, burda çadır gibi yufkalar mübarek!......Hoş gerçi benim de öyle ahım şahım bir börek yapma becerim yoktur ama yıllardır bildiğim tek börek sodalı börek.
Efendim satırlarıma son verirken seni ve Ahmet abiyi sevgiyle kucaklıyorum, Foça’ya sevgiler selamlar....."
Hiç yorum yok: L
|